missgese ve
fransiz ile birlikte bilet üzerinde n1 yazan, bizim benchin yanındaki pota arkası tribünün en ön sırasında 1 güvenik görevlisi, 1 trt kamerası ve 1 kameraman ile takip ettiğimiz maç. 1000 km öteden gelip, ligde 3/3 giden takıma 0/3 giden rakibe karşı maç kaybettirmek de kişisel tarihimde yeni bir rekor olarak kayıtlara geçmiş olsun...
genel olarak şöyle bir durum var. uzun rotasyonumuz iyi değil. jelena da petronyte de istikrarsız. 5-6 sayıyla bitirdiği maça da, 20-22 sayı attığı maça da aynı şekilde şaşırabileceğin tipte oyuncular. özellikle quigley'in sayı bulamadığı ilk yarıda çok net belli olduğu şekilde göründü ki çalışılmış bir oyun setimiz yoktu. ilk yarı biterken süre almış hemen her oyuncumuzun 2 ya da 3 sayı bulması gibi bir durum vardı. bu durumua rağmen ilk yarıyı sadece 5 sayı geride kapatabilmemiz beşiktaş'ın ne kadar zayıf bir takım olduğunun göstergesiydi adeta, kaldı ki 1.20 kala elektrikler kesildiğinde sanırım 1 sayı gerideydik. biz 2 hücumdan boş dönerken buldukları iki kolay basketle fark 5 oldu...
ikinci yarıda ise quigley'in ısınmaya başlaması ile oyuna tutunmaya çalıştık skor olarak. ikinci yarıda attığımız 33 sayının 19'unu o kaydetti. özellikle 4-5 dakika kala benche gelip soluklandıktan sonra resmen maçı almak için sahaya girdi. stephen curry muhabbetlerini haklı çıkarırcasına bir top oynadı ama son topta artık yorgunluk mu şanssızlık mı bilinmez iki kere topu elinden kaçırdı. süzüle süzüle giden top çembere şöyle bir dokunup dışarı çıktı. böylelikle biz ligde ilk defa kaybederken beşiktaş da ilk defa kazanmış oldu.
epoupa konusunda daha önce de yazmışımdır. kesinlikle arada jefferson soluklandığında sahaya girsin diye yapılmış bir transfer olduğu her halinden belli. bazı pik maçlarına aldanıp heyecan yapmıştım açıkçası yaz döneminde ama izledikçe işin aslını görmeye başlıyor insan. şu an alışkın olmadığı ve hocanın da muhtemelen tercih etmeyeceği kadar sorumluluk alıyor. son faul pozisyonunu stresten bakamadığım için net göremedim ama yerdeki adama faul yaptığı söyleniyor. zaten o düdükten sonra hoca direk son seti kafasında düşünmeye başlamıştır. kimseye güvenemediğinden midir bilinmez teke tek oynattı quigley'i ama adamını geçmeye çalışırken iki defa dengesini kaybetti, karşısındaki kimdi hatırlamıyorum ama o da savunmanın hakkını verdi. ona rağmen atışı çıkarmayı başardı, fena da atmadı aslında ama olmadı işte...
geçen sezon rakibi boğan bir galatasaray vardı sahada. öyle atletik bir oyun oynuyordu ki takım, iş bireysel yetenekten ziyade kora kor mücadeleye kalıyordu genelde. kaldı ki jefferson, hatta kadrodan kesilene kadar yvonne ikisi de penetre manyağıydı. basketbolcudan ziyade birbiriyle yarışan sprinterler gibi maça çıkıp inatlaştıkça sayı atıyorlardı. takımın kalan kısmı hocanın oyununu öğrenene kadar geçen süreci 80-90 sayı atarak alınan galibiyetlerle geçiştirmiştik. kaldı ki takımın uzunları çok daha hızlıydı. vitola ile petronyte'i yan yana koştursan vitola yarım saha falan fark atar herhalde...
bu sezon o tempoyu haliyle yapamıyoruz. jefferson'un sakatlığı sonrası mecburen hücum için bir b planına ihtiyaç vardı. biraz da şansın yardımıyla quigley'i kadroya kattık. onun dışında kadroda seviye olarak biraz daha düştük. yerli olarak heyecanlandırabilecek tek transfer olan ayşegül hala sakat. ışıl gözle görülür şekilde mutsuz. dizinde hemen her maç aynı dakikalarda patlak veren bir sakatlığı var, ne olduğunu bilemiyorum. bu maçta da yine kenara geldi, içeri girip yanlış anlamadıysam iğne yaptırıp sahaya geri döndü ama fazla dayanamadı... forumsuzluk demeyeyim ama fazla insiyatif gelmiyor hücumlarda. kendi standartlarında şut atıyor yine ama onun şutu takımın birincil hatta ikincil hücum planı deği. eskisi gibi dalıp penetre falan da etmiyor ya da edemiyor... geçen sezon pota altında dayak yediğimiz onca maçtan sonra biraz "size"lı uzun alalım derken bu defa da tempolu oyundan uzak kaldık.
insan gerçekten hayret ediyor ama cansu köksal'ı hatta bahar çağlar'ı falan mumla arar olduk resmen. o değil de 10 sene kahrını çektik, bizden gittikten sonra yıldız oldu bahar ya...
herkesin en çok merak ettiği(!) kısımı en sona bıraktım. bu defa o kadar süslü bir edebiyat olmayabilir...
biletlerdeki fiyat farkından dolayı istanbul'a sabiha gökçen havaalanından geldim. e3 hattıyla 4. levent, oradan da taksiyle akatlar'a gidecektim. ekşi sözlük ve benzeri kaynaklarda çelişkili bilgiler vardı süre hakkında. bomboş bir trafikte 45 dakikaya kadar düştüğünü yazanlar vardı. ama 2-2.5 saat sürmesinin de öyle çok ekstra bir durum olmadığını yazanlar çoğunluktaydı. bu sebepten saat 1 gibi salonun önünde buluşuruz diye sözleştik. rötar olur, trafik olur, bok olur püsür olur diye yapılmış bir hesaplamaydı bu.
tabi bunların hepsini hesaplayıp ona göre planladığımız için rötar olmadı, hatta planlanandan da 10 dakika önce indik. artık bütün istanbul pazar uykusuna mı düştü bilinmez otobüs internette yazıldığı gibi bomboş bir trafikte 45 dakikada levent'e vardı. ne kadar oyalansam da 11'i biraz geçe salonun önündeydim. sağa sola bakındım birkaç sokak gezdim ama çok yakında sığınacak bir yer bulamadım. tam biraz daha açılayım mı derken beşiktaş koçu önümden geçerek arkamdaki otoparktan salona girdi. birer ikişer sporcular da gelmeye başlayıp etrafta bir telsiz-güvenlikçi trafiği başlayınca yapılacak şey belli olmuştu.
bilenler bilir akatlar spor salonunun önündeki yol bir yokuş aslında. trafik yokuşun alt tarafından geldiği için ben de kapıdan biraz açılarak arabaların arasında bir yerde salağa yatıp beklemeye başladım. takımın gençleri, yabancıları, menejerleri falan gelmeye başladılar. tabi her araba yeni bir heyecan, gözler de bozuk malum menzil kısa. bu arada yukardan da kestirme yapıp salona girişler olduğu için ilkokuldaki trafik dersi gibi "bir sağa bir sola" dönüp duruyorum. tabi gözler görmeyince sokağın başındaki her arabaya aynı heyecanla bakıyorum, beklenen bir türlü gelmiyor. hatta aynı model aynı renk bir arabanın gelişi sonrası nasıl baktıysam artık şöför mahallindeki abimiz hiç üşenmeden yanımda durup camı açarak "ne bakıyorsun lan
gökmenin gazetesinin çocuğu" şeklinde kibarca uyardı beni. lan ben sana nasıl anlatabilirdim neden öyle baktığımı...
vakit epey ilerlemişti ama hala ortada yoktu. gelmeyecek mi acaba iç sesinin bünyede tavan yaptığı anlarda sokağın üst tarafında aracıyla belirdi. ben kapıya doğru yanaşmaya çalışırken o da biraz açıktan gelip önümde durdu. şaşkın şaşkın bakıp merhabalaştıktan sonra kısa bir diyalog ve güne damga vuran soru: "maça mı geldin?"
işte o sorunun cevabı 25 paragraf entry olurdu ama, sadece "aynen" diyebildim. bir an bakıştık sonra o uzaklara bir yere daldı, yüz ifadesi biraz değişip duraksadıktan sonra gülümseyerek "hoşgeldin" dedi elini uzatarak.
sanırım birkaç cümleyi olsun hissetmişti...
tabi sabri ugan'ın "bu iş burda bitmezdi tabi" repliğinden emanet, herşey bu kadar tozpembe bitemezdi..
tam önümüzde sakatlanıp dışarı çıkması, maçı son topta kaybetmek falan tam bir yıkımdı. sabahtan beri benimle iyi geçinen istanbul'un da süprizini sona sakladığını bilemezdik tabi. yağmur ve fırtına havaalanını felç etmiş, üç pistin ikisi iptal olmuş. üzerine saatlerin değişmemesi aktarmalı seferleri darmadağın etmiş. 10'da binip 11 buçukta inmesi gereken uçağa 11'e 20 kala binebildik. kaptan durumu anlatıp "biraz yoğunluk var, kule saat başından önc bize dönemeyeceğini bildirdi" diye anons geçerken en fazla yarım saat daha bekleriz sanıyorduk. meğer alıştıra alıştıra söylemeyi seçmiş. uçak kalkışa geçtiinde saat 1 olmuştu. zaten deplasman turistik bir seyahat değildir, çile bu işin temelidir...
şair
bazen küçük bir an için ömür bile verilir demiş...
biz 2 bayram günü çalışıp aldığımız mesaiyi bilete yatırmış, 1 gece uçağın içinde sürünüp 1 gün de uykusuz uykusuz işe gitmişiz çok mu?
* *