aslında kendi kalemize attığımız gol ile maça dengenin geldiği ana kadar karşılaşmanın yeterince heyecanlı olduğunu söyleyemeyeceğim. ''her şerde bir hayır vardır'' sözünü doğrularcasına, skor 2-2'ye geldikten sonra takımımızın vitesi arttırması, maçı istediğini, arzuladığını göstererek beşiktaş kalesinin önünde deyim yerindeyse kamp kurması ile heyecanın dozajı da tavan yaptı. o dakikaya kadar 2 gol bulmuş olsak da etkili gol pozisyonlarına giremediğimiz bir gerçek; yakaladığımız fırsatları değerlendirmemiz de aynı şekilde sevindiriciydi.
ilk golümüze bakacak olursak
melo'nun eboue'ye gönderdiği 55 metrelik
* enfes pasın, en az attığımız gol kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz. sağ kanattan rakip ceza sahasına giren oyuncumuzun siyah incimiz ebouemiz olduğunu görünce de hepimiz kısa bir dejavu yaşayarak fenerbahçe maçındaki ilk golümüzü yaşamışızdır. eboue de bizleri haksız çıkarmayarak yanı başındaki ismail köybaşı ve simao'dan topu kurtarıp elmander'e güzel bir asist yaptı, johanımız'ın vuruşu ise ders olarak gösterilecek türden. bu gole, melo'nun pasına özellikle değinmek istedim.
http://youtu.be/PhhAcZgWmOU?t=1m5s maçı zora sokmamızın sebebi de hiç şüphesiz 2-1'lik skorla üstün olduğumuz dakikalarda farkı ikiye çıkaracak golü bulamamamızdı. imparator'un
necati - riera değişikliğini mantıklı bulsam da tek forvete döndüğümüz için psikolojik açıdan tedirginlik içerisine düşmüştüm. sonrasında hücuma çıkacağımız anda gelen baskı ve topu kaybetmemiz ile golü bir anda kalemizde görmemiz açıkçası soğuk duş etkisi yarattı. kendi açımdan konuşacak olursam, kalan dakikalarda ihtiyacımız olan golün geleceğine inancım da yine imparator'un oyuna yaptığı müdahaleler sayesinde korundu ve güçlendi. burada baş aktör ise tabii ki milan baros olmuştu. açık olayım; beşiktaş kalesini abluka altına aldığımız bu dakikalarda bilincim pek yerinde değildi, dikkatimi de sahaya veremiyordum. tek yaptığım şey galibiyet golümüzün gelmesi için dua etmekti. bu golün ise baros'un ayağından geleceğine inanıyordum; kırmızı kart gördüğü antalyaspor maçında olduğu gibi yine aşırı yük yüklemiştim kendi başıma omuzlarına. o dakikalarda kaderin bizlere sunduğu tezatlık ise bizim kontrolümüzde rakip kale önünde olması gereken topun defalarca kendi kalemiz önüne kadar gelmesiydi; bilirsiniz o anlarda insanın içinde kalan en ufak umut da yok olur, gider; işte galatasaray taraftarı olarak bizler vazgeçmişliği, yenilgiyi kabul etmedik, o gol gelecekti, başka oluru yoktu bu işin. +3 ilave sürenin gösterildiği saniyelerde de quaresma'nın ortasında müsait almedia'nın değerlendiremediği pozisyon yaşanıyordu.
gelin o anı baştan yaşayalım;
http://youtu.be/JXp1nzUDgCI?t=14m16s baros'un topu beşiktaş yarı alanında tutarak arkadaşlarının çoğalmasını sağlaması,
selçuk'un riera'dan gelen topu kaptırmak üzereyken son anda yatarak hamle yapması,
ibrahim toraman'ın uzaklaştırmak istediği topu engin'in kontrol etmesi ve topu ileriye taşıması,
engin'in, yanına sokulan aydın'ı değil ceza sahası yayının gerisinde bulunan riera'yı tercih etmesi,
riera'nın topu, 4 siyah formalının arasından koşu yapan selçuk'a yollaması,
selçuk'un kontrolü,
boşa çıkan cenk'i ve kale ağzına koşu yapan elmander ve baros'u görmesi...
her bir oyuncumuzun, her bir hareketi o kadar doğru ki,
ilmik ilmik ördük gol giden yolu.
gerisi çılgınca, çığlık çığlığa sevinç, mutluluk...
istediğimiz, beklediğimiz de tam olarak buydu!
teşekkürler galatasaray!
(bkz:
şampiyonluk şarkısı düşmesin dillerden)
önemli not: elmander'in kafasından gelen üstünlük sayısı sonrası stadyumdan yükselen ''goool'' sesi var ya, skor 2-2 iken galibiyetten ümidini kesip takımı yalnız bırakan ve metroya, otobüse rahat binme derdine düşen seyircilere, o ses büyük ders olmuştur umarım.