---
alıntı ---
acaba, efsane gol kralı metin oktay’ın 13 eylül 1991 günü, arabasıyla boğaziçi köprüsü girişindeki bariyerlere çarpıp hayatını kaybettiği haberini alan bir seveni, bu acıyı sindirebilmek için pink floyd’un “shine on you crazy diamond” şarkısını dinlemiş midir? roger waters’ın, grubun kurucu üyesi syd barret’in kaybolup gitmesinin ardından “parılda çılgın elmas” diye seslendiği parça belki acıyı derinleştirir ama gözyaşlarının hak ettiği yeri bulması için de insanoğluna yardımcı olur. bir kaybın ardından dinlenebilecek bu güzel şarkının bir mısrası metin oktay’ın ardından mırıldanmaya çok uygun: “uzaklardaki kahkahalar için gel. gel buraya yabancı, efsane olan, şehit olan ve parılda!”
bu şarkı yazıldığında metin oktay futbolu bırakalı beş yıl olmuştu. onun yeşil sahalara işlediği efsaneyi kanlı canlı gören futbol dilencilerinin birçoğu bu şarkıdan sonrasında haberdar olmamış olabilir. metin oktay’ı izleyen ve pink floyd’u dinleyenler arasındakilerin de böyle bir eşleştirme yapmış olması beklenmeyebilir. bu da bizlerin, “taçsız kral” efsanesini yazarken göremeyenlerin, pink floyd’u kopya kasetlerden dinleyenlerin bir ayrıcalığı olsun. belki o zaman efsanenin ne kadar büyük olduğunun farkına varabiliriz.
rock müzikte, sinemada, futbolda, edebiyat dünyasında efsaneler hep olmuştur. birçoğunun, jimi hendrix’in, jim morrison’un, james dean’in, marlyn monroe’nun, puşkin’in, orhan veli’nin ortak özelliği genç yaşta hayatlarını kaybetmeleri, daha yapacak çok şeyleri varken bu fırsatı, belki de ellerinin tersiyle iterek sonsuzluğu tercih etmeleri olarak görülebilir.
metin oktay’ın biraz farklı bir durumu var. diğerleri erken ölerek efsaneleşirken, o koca bir meslek hayatını geride bıraktı, attığı goller, oynadığı futbol kulaktan kulağa onlarca yılı aşıp bugünlere ulaştı. onu sahada izleyemeyenlerin ellerinde duyduklarından ve okuduklarından başka bir şey yok; zira o günlerden gelen bir maç görüntüsü yok denecek kadar az.
“maradona dâhil birçok hayata daldım çıktım, birçoğuyla sohbet ettim; metin oktay kadar sevilen, halkın sevgilisi olmuş bir insan görmedim” diyor onu hem tribünden izlemiş hem de futbolu bıraktıktan sonra milliyet gazetesinde onunla mesai arkadaşlığı yapmış atilla gökçe. onun bu sözlerini zamanında galatasaray muhabiri olarak metin oktay’ın 12 yılını yakından takip etmiş talay erker onaylıyor: “metin’e, türkiye’de gösterilen muazzam sevgi, allah sevgisiydi. eğer futbolun bir dini varsa, metin onun lideriydi.”
bu sözler mübalağa içermiyor. biliniyor ki hafta sonları dolmabahçe’de lig maçlarına giden kalabalıklar sadece kendi takımlarını desteklemekle yetinmez, metin oktay’ı izlemek için tribünlerde bekleşirdi. lig tv’nin deneyimli spikeri öztürk pekin, o günlerde ankara’da yaşayan genç bir amatör futbolcu olduğunu ve metin oktay’ı her gelişinde izlediğini söylüyor. “seyirciye o kadar saygılıydı ki kendisini tribünlerin konuşacağı bir hareketi yapmakla yükümlü hissederdi. en kötü oynadığı maçlardan sonra bile seyirci ondan bahsederdi. maç sonunda insanlar, ‘ne kafaydı be!’, ‘o voleyi gördün mü?’, ‘metin’in çalımı nasıldı ama!’ diyerek evlerinin yolunu tutardı.”
onun hayranları sadece maça gidenler değildi. eskiden, önce ziraat bankası’nın, ardından yapı kredi bankası’nın yaptığı “haftanın aktüalitesi” adlı program öğlen vaktinde sinemalarda gösterilir, insanlar işi gücü bırakır, haberleri ve haftanın gollerini görmek için salonlara doluşırdı. duayen spiker orhan ayhan “bunları hep ben anlatırdım. o maçlarda metin oktay baş tacıdır” diyerek o günleri hatırlıyor. “bugüne kadar gördüğüm en güzel futbolu oynayan takımı, 1958 yılının galatasaray’ını o maçları anlatırken izledim. george dick galatasaray’a muazzam bir futbol oynatırdı. wm sistemiyle sahaya çıkan galatasaray hücum hattı olağanüstüydü. sağ açık isfendiyar, sağ iç suat, santrfor metin, sol iç kadri, sol açık ali…”
metin oktay ve forvetteki dört arkadaşı oynadıkları futbolla türkiye’deki taraftar dağılımını da değiştirdiler. orhan ayhan tribündeki değişimi hatırlıyor: “eskiden galatasaray’ın 300-500 seyircisi vardı. karıncaezmez şevki kapalı tribünle açık tribün birleştiği noktaya bir galatasaray bayrağı diker, hepsi orada toparlanırdı. metin’le beraber galatasaray taraftarının sayısı inanılmaz arttı.”
tarihçi orhan koloğlu da bir röportajında bu duruma değinmiş ve metin oktay’ın galatasaray’da başarılı olmasının anadolu’nun insanlarını galatasaray’a çektiğini söylemişti. “o zamanki anlayışla galatasaray lisesi çok takdir gören bir kurumdu. oranın yaptığı iyidir deniliyordu ama dışarıdan gelen birisinin, izmirli metin oktay’ın ona çok daha büyük bir katkı yapması gerçekten müthiş bir şeydi.”
metin oktay rüzgârına kapılan bir de kadınlar vardı. atilla gökçe “benim annem bile ona âşıktı. hem de metin’den 10 yaş büyük olmasına rağmen” diyerek metin oktay’ın futbol sahaları dışındaki hayranlarını işaret ediyor. doğrusu bu ya, kadınlar onu, o da kadınları çok sevdi. ardında iki evlilik, sayısız sevgili bıraktı. ilk eşi oya sarı, sonuncusu servet oktay’dı. mualla kaynak, ceylan ece, feriha şen, maria vincent, ayfer feray, ayfer tatari ve gönül yazar “kral’ın 9 kadını” arasındaydı.
koca bir toplumun bir futbolcunun peşine takılıp sürüklenmesinin altında yatanlar merak uyandırıcı. metin oktay’ın efsaneleşen golcülüğü; mütevazı kişiliği, yakışıklığı, kibarlığı ve esprili konuşmalarıyla birleşince türk futbolunun gerçek ikonu ortaya çıkmıştı.
“metin oktay sahip olduğu özellikleriyle, ingiltere, almanya, fransa, italya ya da brezilya gibi ülkelerden birinde dünyaya gelseydi pele’den, di stefano’dan daha çok konuşulan bir isim olurdu. bir forvet oyuncusu için onda yok yoktu” diyen talay erker’in söylediklerini atilla gökçe açıyor. “metin’i metin yapan üç özelliği vardı” diyor gökçe. “öncelikle kalçasını ayak gibi kullanan bir adamdı. rakip markaj için yaklaşırken metin oktay kalçasıyla ona bir şarj yapar, adam üç metre öteye uçardı. ayağındaki topa rakibi yaklaştırmazdı. ikincisi oyun sırasında çok koşan, çok yer değiştiren bir futbolcu değildi ama topla buluştuğu anda fişekti!” atilla gökçe bunu der demez karşısında oturan öztürk pekin kendisini tutamıyor: “koşarken ağır çekimde koşar gibi görünürdü ama kimse ona yetişemezdi! fuleli bir şekilde koşardı. rakipleri 10 metre 20 adım atıyorsa, o 12-13 adımda o mesafeyi geçerdi. yavaş görünürdü ama aslında hızlıydı.”
gökçe’nin üçüncü maddesini orhan ayhan tamamlıyor: “metin’in topa kafa vurması çok enteresandır. tarihi bir gerçektir. topa çıktığı zaman şöyle sanki havada bir durur, kalede boş tarafı görür, alnıyla oraya indirirdi.” talay erker bir metin oktay kafa golü hatırlıyor. beşiktaş’a karşı oynayan galatasaray’ın sol kanadından yapılan ortaya metin oktay ve beşiktaş stoperi tatar yüksel çıkmış, kral golünü atmıştı. “ikisi birden yükselmiş ama topa vururken metin tek başına kalmıştı. yüksel maçtan sonra bana golü ‘kafaya çıktım ama bir baktım üstümde sanki paraşütle indirilmiş gibi havada duran bir metin oktay vardı’ diyerek anlatmıştı.”
metin oktay’ın şutları da meşhurdu. öztürk pekin “topa vurduğu zaman ıslık sesi tribünden duyulurdu” diyor. kalçasından çıkardığı vuruşları sert bir biçimde kaleye gider, icabında ağları delerdi. o unutulmaz “ağları delen golü” de 1959 finalinde fenerbahçe’ye, kalede özcan arkoç gibi bir dev varken atmıştı. elbette ki o dönemde filelerin bugünkü gibi plastikten değil de balıkçı ağlarından yapıldığı, çürüyene kadar değiştirilmedikleri biliniyor. ve o golü yerinde görenlerin ortak kanısı o şut ağları delecek bir şut değildi ama tam bir efsaneye yakışacak, bir efsaneyi tam anlamıyla kutsayacak bir goldü.
bir de voleleri vardı metin oktay’ın. talay erker’in anlatışıyla “topun geliş yönüne göre havalanır, bir tabut gibi yere tamamen paralel hale gelir, vuracağı ayağı kalçadan kıvrılır ve neredeyse başına kadar gerer, gelen topa bu halde vururdu.”
kafa golü atan, bomba şutlar çıkaran, voleleriyle kalecileri yıkan, mükemmel top saklayan, gerektiğinde ileri uçta paslarıyla oyun kuran metin oktay’ın fiziği, tüm bunları kusursuz yapmak için yıllar içinde hazırlanmıştı. görenler baldırlarının pele’ninkilerden bile daha dolgun olduğunu anlatıyor. buna karşın ayak bilekleri ve beli inceydi. patlayacakmış gibi dolu baldırları ve kalçası sayesinde toplara sert vururken, ince bilekleri ve beliyle oldukça yumuşak hareketler yapabiliyordu. 1.77 metrelik boyuyla kafa toplarını uzun stoperlerden alabilmesi oyun zekası, pozisyon alma beceresi, zamanlaması ve zıplama potansiyeliyle açıklanabiliyor. o kendisine bahşedilen bu yeteneklerle yetinmemiş, hepsini izmir’deki çocukluğundan itibaren düz bir duvara tebeşirle çizdiği kalenin sayılarla belirlediği noktalarına topu türlü şekillerde göndere göndere geliştirmişti.
“1936 yılının 2 şubat günü izmir’in karşıyaka’sında bir kral doğdu” diyor kahraman bapçum ve ekliyor: “ama kimse bu olayı ‘bir prens doğdu’ diye müjdelemedi. sadece ‘hasan efendi ile fatma hanım’ın bir oğlu oldu’ dediler.” bapçum, milliyet gazetesinin spor yorumcusu olarak çalışırken metin oktay’la tanışmış ve onun yakın bir arkadaşı olmuştu. onun damlacık kulübünde başlayan, deneyimli antrenör adnan süvari’nin elinde yün mensucat’ta gelişen ve izmirspor’da devam eden futbol yaşamını kendisinden dinlemiş, gerisine de şahit olmuştu.
metin oktay’ın istanbul günleri galatasaray’a transfer olduğu 1955’ten bir yıl önce başlayabilirdi, hem de beşiktaş formasıyla! henüz yün mensucat’ta oynarken milli takım formasıyla dünya gençler şampiyonası’nda oynamış, dönüşte beşiktaş taraftarı gazeteci orhan vedat sevinçli, hayran olduğu bu genç futbolcuyu siyah-beyazlılara götürmüştü. her efsane, çevresine örülen rivayetlerle büyüdüğünden olsa gerek metin oktay’ın da beşiktaşlı olamamasının nedeni kesin olarak bilinmiyor. bir iddia genç yıldızın beşiktaş’tan 6000 bin lira istediği ve dönemin etkili yöneticisi sadri usuoğlu’nun “ben o parayı baba recep’e vermiyorum. sen bir recep adanır mısın?” diyerek görüşmeyi sonlandırdığına yönelik. orhan ayhan’sa yaşananların farklı olduğunu söylüyor: “gerçek bir istanbul beyefendisi olan sadri usuoğlu, metin’e şöyle bir baktı. omuzlarını dar, fiziğini yetersiz buldu. metin’i beşiktaş’a almadı.”
para nedeniyle beşiktaş’la anlaşamadığı metin oktay’ın galatasaray’a transferini anlattığı anıları nedeniyle hiç gerçekçi gelmiyor: “galatasaraylı yöneticilerden taksi plakalı bir chevrolet istedim. çok şaşırdılar. şaşıracak bir şey yok. insanlarla para konuşamıyorum; pazarlıklarımı eşyalarla hallediyorum. para hep ikinci planda çünkü insan sevildikçe daha mesut oluyor.”
8 bin liralık 1949 model bir chevrolet karşılığında giydiği galatasaray formasıyla metin oktay, kendisini almayan beşiktaş’a 13, ezeli rakip fenerbahçe’ye 18 gol attı. türkiye 1. ligi’nde altı kez gol kralı oldu. bir sezonda 38 gol attı; ligde attığı gol sayısı 217’i, toplamı 608’i buldu. fenerbahçe maçları onun için özeldi; birinde sakatken dört golü imzaladı, diğerinde sağları yırtarak tarihe geçti.
rakamlar, istatistikler hep onun yanındaydı belki ama metin oktay’ı efsanesi bambaşka olaylarla yazıldı. talay erker, antrenmanlarda, kamplarda, maçlarda ve özel hayatında sürekli birlikte olduğu metin oktay’ın ulaşılamayacak yeteneğini, kötü hava nedeniyle hasnun galip sokağı’ndaki kapalı salonda yapılan bir antrenmanda gördükleriyle anlatıyor. “suat mamat ile metin oktay futbol topunu, bir basket potasının dibinden diğer potaya sokup sokamayacaklarına dair iddiaya girdiler. metin topu potanın dibine koydu, karşı potaya şöyle bir baktı, bir vurdu, basket! ben bunu gözümle gördüm. hiçbir abartı, katkı yok bu hikâyede. onun yaptıklarını abartmaya gerek yok, zaten olağanüstü şeyler yapardı.”
sadece antrenmanlarda değil, elbette ki maçlarda da abartılmayacak, olağanüstü şeyler yapmaya alışıktı metin oktay. şampiyon kulüpler kupası’nda polonya’nın bytom maçında yaptıkları onun için gayet doğal. ömer marda, 2002 yılında düzenlenen “top bir dünyadır” sergisinin kitabındaki metin oktay yazısında bu maça dair şunları yazar: “rivayet olunur ki, bu maçtan önce ünlü kaleci szymkowiak’a gazeteciler ‘metin’den çekiniyor musun’ diye sorarlar. szymkowiak’ın cevabı ‘metin mi? o da kim?’ olur. metin oktay’sa maçta önce üç gol atar, sonra da hiç âdeti olmadığı üzere gider korneri kullanır ve suat mamat’a dördüncü golü attırır. sonra da gider kalecinin elini sıkar ve şöyle der: ‘bendeniz metin oktay!’”
bir başka metin oktay resitali daha aynı kupada romanya’da dinamo bükreş’e karşı yaşanır. o yılların güçlü dinamo’sunda fenerbahçe’nin de formasını giyen datcu ve nunweiller ile yıldız sağ açık pircalab vardı. yağmurlu bir günde oynanan maçı izleyenler arasında talay erker de bulunuyordu: “ romenler beş atarız diye düşünüyorlardı ama metin’in oyununu görünce şaşkınlıktan kala kaldılar. metin, nunweiller’ı yerlerde sürüklemeye başladı; öyle ki teknik direktörleri 20. dakikada nunweiller’ın kanadını değiştirdi! metin önüne kim gelirse gelsin yere yatırıyordu. bir pozisyonda korner çizgisine yakın bir yerde topu yakaladı. datcu oradan bir şut beklemediği için ‘bırakın, bırakın’ dedi ama metin’in vurduğu top uzak direğin dibinden ağlara yapıştı. sevinçten kendimi havaya bir atmışım, önümde maçı seyreden 30 subayın üzerine düştüm, hep beraber yerlerde yuvarlandık. gözlerimi karakolda açtım! sonrasında hep düşündüm, bir gazeteci bir maçta bu hale düşer mi diye ama bu metin’in suçu! beni o hale o getirdi.”
daha ne efsane maçlar çıkarttı metin oktay! askerliğini eksik yaptığı nedeniyle bir aya yakın hapis yattı, çıktığı gün devrin güçlü takımı karagümrük’e karşı hayatının maçlarından birini oynadı. gol atıyor, yere yığılıp kusuyor, tekrar gol atıp yine yere yığılıyordu. o gün galatasaray 3-2 kazandı. altınordu maçı için pera palas oteli’nde kamp yaptılar. devrin yıldızlarından fransız maria vincent ile birbirlerinden hoşlandılar ve sabaha kadar birlikte oldular. ertesi gün tribündeki vincent, galatasaray bayrağını her salladığında metin oktay, altınordu’ya bir gol attı. o gün 8-0 kazanmışlardı; gollerin beşi onundu! norveç’e auta giden sert bir şuta uçarak imkânsız bir kafa vuruşunu gerçekleştirerek gole ulaşan da oydu, efsane kaleciler lev yaşin ve uwe seeler’i boş geçmeyen de… bir fenerbahçe maçında rakibine vurduktan sonra kendisine edilen küfürleri tribünün önüne gidip, elini göğsüne koyup bir anda susturabilecek kadar kudretliydi, galatasaray’dan ayrılmamak için evliliğinin bitmesine izin verecek kadar da formasına bağlı…
“metin oktay bir genç kız ruhuna sahip bir adamdı!” diyor gülerek kahraman bapçum. bu sözleri “bu kadar yetenekli bir golcü neden uluslararası bir yıldız olamadı?” sorusuna yanıt olarak söylüyor. “nasıl yeni evlenen bir kız daha ilk günden evini, annesini özler, ağlar ya, metin de palermo’da ülkesini, geride bıraktığı yaşantısını, dostlarını özleyerek iç geçiriyordu. düşünün ilk hazırlık maçında sporting lizbon’a iki gol birden atmıştı. bütün tribünler ‘metin! metin! metin!’ diye bağırıyordu ama o, bana ve samim var’a sarılarak ‘sizleri, ülkemi mahcup etmedim değil mi ağabey?’ diye ağlıyordu.”
onun bu romantikliğini atilla gökçe’de hatırlıyor. “bu adam romantik bir santrfordu” diyor ve onun bir arkadaşıyla karşılaştığında ilk olarak ezberlediği şiirlerden mısralar ya da felsefik bazı cümleler söylediğini anlatıyor. onu orhan ayhan da “metin, içine kapanık bir çocuktu” diyerek onaylıyor. “sık sık bir şeylere üzülür, bu yüzden de içki içerdi. ancak çok az içki onu olumsuz etkilediği için hiçbir zaman fazla içemezdi.”
çocukları çok seven, rakiplerine saygıda kusur etmeyen, genç futbolculara kibarca ağabeylik yapan, önünde ceketini ilikleyen yöneticileri asla ezmeyen, maç sonunda bütün o mucizeleri kendisi gerçekleştirmemiş gibi davranan bu mütevazı genç adamın ruh hali, futbolu bıraktıktan sonra bozulmaya başladı. bir anda parlak günler bitmiş, onunla beraber olmak isteyen onlarca sosyetik güzel, şarkıcı, artist ortadan kaybolmuştu. istanbul’da yaşadığı hayatı çok sevdiği için italya’da kariyer yapamayan metin oktay bir anda koca dünya bir başına kaldığını düşünür olmuştu.
“o günlerde daha fazla içmeye başladı” diyor talay erker. “yakın dostları, ona kutsal bir emanetmiş gibi davranıp elini sürmek için birbirini ezenler artık onu görünce görmezden geliyor, gözlerini kaçırıyordu. çünkü metin hep içkiliydi, denk geldiği kişiye de sabahlara kadar futbolculuk zamanlarında yaptıklarını anlatıyordu. karşısındaki kalkıp gitmeye kalksa metin hemen hırçınlaşıp, kavga çıkartıyordu.” futbol oynadığı dönemde maç sonlarında soluğu tatari, şen kardeşler gibi dönemin gözde mekânlarında, kalabalık sofralarda soluğu alan metin oktay artık izmir’de açtığı gol kafe’ye ve tek kişilik kendi dünyasına hapsolmuş gibiydi.
can bartu’yla formalarını değiştirerek kutsadıkları jübilesi bile başına dert olmuştu. çok yakınındaki bazı insanlar onu dolandırmış, bir nevi emeklilik ikramiyesi olan jübile maçının hasılatını ondan esirgemişlerdi. bir ara futbola geri dönmeye karar verdi; kim bilir ya yeşil sahaları ya da onun yanında getirdiği o uzun günleri ve güzel geceleri özlemişti. atilla gökçe o günlerde tercüman gazetesinde çalışıyordu: “bu haberi duyan necmi tanyolaç bir yazı yazdı. ‘hayır, bir kral asla palyaço olmaz!’ diye. metin oktay bunun üzerine geri dönmekten vazgeçti ve necmi ağabeyin gazetesi tercüman’da yazar oldu.”
efsaneydi belki ama aslında sadece bir insandı. her futbolcu gibi kendince inanışları vardı. anılarında uğurlarını şöyle anlatmıştı: “sahaya çıkmadan önce allah’a dua eder, sahaya en son çıkmayı uğur sayardım. aut çizgisini geçerken daima sağ ayağımı atardım. maça başlamadan önce arkadaşlarım kaleye şut atarken, ben dolanıp durur, oyun başlayıncaya kadar topa vurmazdım… sakatlandığım zaman secde ederek iki elim önde ‘allah’ım sen bacaklarımı koru’ diye dua ederdim.”
türk insanı o kadar çok seviyordu ki bugün yaşları 30’u geçmiş metinlerin çoğunun ismi ondan geliyordu. beşiktaşlı metin tekin bile ismini, babasının metin oktay’a olan hayranlığına borçlu olduğunu söylüyor. öyle ki bir dönem galatasaray alt yapısındaki futbolcu adaylarının 18’inin adı metin’di. bu durumu fark eden görevliler bir gün metin oktay’ı okula davet ettiler. “o 18 metin’i de bir araya getirmişler. sonra da bana haber verdiler. gittim hepsini kucakladım.”
atilla gökçe şeytanın avukatlığına soyunuyor ve soruyor: “metin oktay bu dönemde de aynı olurdu ama bu kadar sevilir miydi?” sonra da kendi sorusunu yanıtlıyor: “bilemiyorum. bugünkü toplum sevgiye sağır.”
hayatını gole adamış, insan sevgisiyle beslenen bu adamsa futboldan koptuktan sonra açlık çekmeye başlamıştı bile. yaşadıkları, ona yaşayacaklarını gösteriyordu belki de ve bu onun için daha büyük sıkıntıları beraberinde getiriyordu. talay erker’in anlatacağı son hikâye onun o günlerdeki ruh halini tam olarak ortaya koyuyor: “bir gün beraberdik, fatih taraflarındaydık. ‘talay’ dedi, ‘annemin evi yakın, bir ziyaret edelim.’ annesine çok hayrandı, tapardı. gittik, annesi bir tarhana çorbası yapmış. masaya bir oturdu, kuş sütünün eksik olmadığı sofraları beğenmeyen metin, koca tencere tarhanayı bitirdi. sonra uzandı annesinin dizine, ‘anne, şu başımı biraz okşa’ dedi. onu o kadar huzurlu hiç görmemiştim.”
öztürk pekin, o uğursuz 13 eylül günü metin oktay’ın ölüm haberini havalimanında almanya’ya uçmadan önce almıştı. koltuğuna oturduğunda sabahın 8’i olmasına rağmen hostesten bir viski istemeden edemedi: “genç hostes ‘hay hay beyefendi’ dedi sonra ‘bir şey mi oldu?’ diye sormadan edemedi. ‘çok sevdiğim bir insanı kaybettiğimin haberini aldım, üzüldüm’ dedim. ‘kim?’ diye sordu. ‘metin oktay ölmüş’ yanıtını verince ‘metin oktay kim?’ diye sordu. bunun üzerine ‘kızım viski duble olsun’ dedim.”
eğer öztürk pekin, pink floyd dinliyor olsaydı muhtemelen viskisini yudumlarken, “hatırla genç olduğun zamanları, bir güneş gibi parladığın” diye başlayan “shine on you crazy diamond’ın son mısralarından birini de mırıldanırdı: “kimse nerede olduğunu bilmiyor, ne kadar uzak veya ne kadar yakın. parılda çılgın elmas.”
---
alıntı ---