kendi tanıdıgım coşkun özarı'yı anlatacağım biraz.
anlatmak isteyişim farklı anlaşılmasın kendisiyle tanışmadık ve bu cümle sonrasında "keşke" tanısabilseydim demekten de öteye gidemem ama o önce gitti işte. vakitsiz miydi bilinmez ama her gidiş bir can yakıştı, canımızı yaktı.
babam sayesinde tanıdım. televizyonda konuşuyordu bense ufacıktım. kim bu konuşan adam dedim babama. iyi bak oğlum o bizim efsanemiz dedi. halbuki metin oktay idi benim bildiğim tek efsane. ondan sonra tüm efsanelerimizi anlattı bana.
sesi hep etkileyici gelmiştir bana öyle ki an gelir yılların yıpratıcılığı bindirir sesine, an gelir naif bir yazar edasıyla anlayır anılarını.
yaşlanıp yyavaştan hastalıklarla boğuşmaya başlayınca daha az karşılaşır oldum kendisiyle ama her göürşümde kitlendim yine izledim yine dinledim sevgiyle saygıyla. her adı geçtiğinde hayranlıgımdan bahsetmiştim hepsi o.
şimdi üzülüyorum akşamüstünden beri. tam iş yerinden çıkarken televizyondan aldım ölüm haberini. ölümlere alışkın değilim genç olduğumdan ama onunkini nedense yüreğimde hissediyorum, hissediyorum ki agırlaşıyor kalbim, rengim ucuyor.
ilk tepkim
coşkun özarı'yı ziyaret sözlüğün boynunun borcu diye bir başlık vardı, inşallah yakın olanlar gitmiştir diye düşünmek oldu. ağır ağır yürüdüm kapıya doğru bir sigara yakıp baktım gökyüzüne. akşamüstü sarı-kırmızı idi gökyüzü. biz gidemedik ama o bize gelmişti.
ağır oldu bu baba, bir özür yeter mi kendimizi affetirmeye desem gülümser okşarsın saçımızdan. tek kelimeye gerek duymazsın bizi affettiğini belirtmek için. bizim seni sevdiğimizi içimizden haykırdığımızı duyduğun gibi biz de taa en içimizden hissederiz senin büyüklüğünü.
mekanın cennet olsun...