4
türkiye’de futbol
spor, toplumsal hayatın önemli bir parçasını oluşturmaktadır. yalnızca bireysel bir tercih olmanın ötesinde toplumdaki çeşitli etki merkezleri ve güç odakları tarafından manipüle edilen bir olgu haline gelen spor, kapitalist sistem içerisinde hızla endüstrileştirilmiştir.
özellikle 1980 sonrasında neo-liberal söylemin popülerlik kazanması ile birlikte, sportif faaliyetler rekabetçi piyasa koşullarına uyarlanmış ve tüketim kültürünün taşıyıcısı haline gelmiştir. ulusal ve uluslar arası medya, spor karşılaşmalarına ve tartışmalarına dahil olarak bir yandan “biz ve öteki” ayrımını keskinleştirmiş bir yandan da sporu, siyaset-ekonomi temelli olarak yeniden inşa etmiştir. tüm bu gelişmeler, sporun sınıfsal ilişkileri aştığı iddia edilen karakterinin dönüşüme uğrayıp uğramadığı sorusunu akla getirmiştir. bu bağlamda spor ilgisi ve uğraşının toplumsal sınıf bağlamında ele alınabilmesi için ikili bir ayrımdan yola çıkmak ufuk açıcı olabilir: spora aktif ve pasif katılım. ilk başlık altında bireylerin doğrudan çeşitli spor dalları ile uğraşabilme kapasitesinin sınıfsal imkanlar düzeyinde kategorizasyonu ve amatör/profesyonel sporcu kimliğinin günümüzdeki reel şartlarına ve çağrışımlarına yönelik sınıfsal bir analiz sözü edilen incelemenin bir aracı olurken ikinci başlık çerçevesinde, sporun herhangi bir dalına izleyici/destekleyici olma sürecinde bir başka deyişle sportif aktiviteye dolaylı katılım düzleminde sınıf bilincinin erime sürecine girip girmediği sorusu öne çıkmaktadır.
bireylerin ait olduğu sınıfsal statünün sağladığı avantajlar ya da yol açtığı mahrumiyetler, bir çok konuda olduğu gibi, spor yapma ve spor dalı tercih etme kapasitesini de belirlemektedir. en az bu tespit kadar önemli olan diğer bir konu ise sporun sınıfsal ilişkilerde hegemon tabakaya geçiş için bir araç olarak görülme sıklığıdır. örneğin abd’de basketbol ve atletizm, siyahlar için bir sınıf atlama vasıtası olurken, türkiye’de de futbol benzer bir işlevi yerine getirmiştir. ikinci araştırma düzlemi ise taraftarlık üst kimliğinin, sınıf bilincinin üzerine çıkarak onun kitleselliği yerine kendi kültürünü ikame edebilme kabiliyetidir.
bu çalışmada, yukarıda kısaca belirtilen çerçeve dahilinde öncelikle yapısalcı marksist ekolün ve gramsci’den esinlenen hegemonyacı okulun temel argümanlarını içeren teorik bir tartışma yürütülecek, küreselleşme sürecinde spor sosyolojisindeki değişimden kısaca bahsedilecek daha sonra türkiye’de futbolun 80’li yılları takiben geçirdiği değişimin kısa bir betimlemesi yapılacaktır. çalışmanın diğer bölümünde, türkiye’de futbol alanında büyük kulüplerin taraftar kimliğinin sınıf çelişkilerinin ötesine geçip geçmediği sorgulanmaya teşebbüs edilecektir. bu bağlamda kulüplerin sosyal imkanlarından faydalanma kriteri esas alınarak, taraftar çatısı altında homojen kılınmaya çalışan kitleler arasında ciddi farklar olduğu iddia edilecektir. büyük kulüplerin endüstrileştirdiği futbolun, pazar ilişkisine girerek yeni bir tüketim alanı yaratması ve bu alanı geniş tutar görünerek, “gerçek taraftar” olmakla lisanslı mal kullanmak arasında doğrudan ilişki kurmaya çalışması üzerinde durulacaktır. ayrıca avrupa’daki muadillerinin aksine türkiye’de büyük kulüplerin herhangi bir sınıfı temsil eder görünmekten kaçınmasının nedenleri ortaya konulmaya çalışılacaktır.
1. spor sosyolojisine kuramsal bir bakış:
1.1 sporun yapısalcı ve hegemonyacı okullar tarafından analizi:
spor sosyolojisi alanında yapılan çalışmaların önemli bir bölümünü, neo-marksist olarak nitelendirilen okulun 1970 sonrası literatüre kattıkları oluşturur. bu çerçevede özellikle althusser’den ve klasik marksist yazından beslenen yapısalcı ekolün 1970’li yıllarda spor sosyolojisine getirdiği açılımlar dikkate değerdir. 1980’li yıllarda ise gramsci’nin teorik bakış açısından ilham alan hegemonyacı okulun spor sosyolojisine yönelik araştırmalarda önemli bir ağırlığı ortaya çıkmıştır.
yapısalcı marksist ekol, sporun toplum içindeki yerinin belirlenmesinde kapitalizmin gelişme çizgisini dikkate almıştır. modern spor, büyük ölçüde kapitalist üretim tarzının ve burjuva zihniyetinin bir ürünü olarak görülmüştür. kapitalist bir toplumda modern sporun çok yönlü bir işlevi olduğunu ifade eden yapısalcılar, mevcut ekonomik yapılanmanın spor bağlamında da kendini yansıttığını düşünmüşlerdir. yapısalcı yaklaşıma göre kapitalistler, spora her şeyden önce emekçi sınıfın içinde yaşadığı olumsuz şartları unutturmaya yönelik bir fonksiyon üstlendirmişlerdir. kapitalist üretim modelleri içinde çeşitli yönlerden sömürülen geniş bir kitle, rahatlamak ve iyi vakit geçirmek için spora yönlendirilmiş ve bu durum beraberinde yanlış bilinçlenmeye yol açmıştır. yapısalcı paradigmada sporun, kapitalist bir toplumdaki diğer bir işlevi ise mevcut üretim tarzının taşıdığı değerleri topluma aktarmak olmuştur. bu çerçevede spor, kapitalist devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak, sistemin devamlılığını sağlamaya yönelik bir araç olarak kullanılır. yapısalcı ekol, takım sporlarının kendi içinde ve toplum düzeyinde çağrışımlarının, işçi sınıfının kendi çıkarlarını görmesini ve birliğini sağlamasını engelleyen öğelerden biri olarak değerlendirmişlerdir. bireysel sporlar ise şahsi başarı çerçevesinde ortaya çıkan yukarı doğru sosyal hareketliliğin bir örneğidir ve kapitalist toplumun özelliğidir.
yapısalcı okul, kapitalist devletin bir aracı olarak nitelediği sporun, ulus-devlet temelinde gördüğü işlevi de analiz etme yönünde çaba sarf etmiştir. yapısalcı yazarlar, sporun, başta beden terbiyesi politikaları olmak üzere, ulus-devletlerde milliyetçi-militarist amaçlara hizmet etmeye yönelik düşünüldüğünü tespit etmişlerdir. bu savın maddi kaynakları da nazi almanya’sının ve musolini italya’sının spor politikalarıdır. yapısalcı literatür, ayrıca uluslar arası kardeşlik ve barış duygularının ön plana çıkarıldığı ileri sürülen olimpiyatların da özünde ulus-devletler arasındaki nüfuz mücadelesinin bir yansımasından ibaret olduğunu destekler nitelikteki öğelerin çokluğunu işaret etmiştir.
1980’li yıllarda spor sosyolojisi literatüründe ilgi gören hegemonyacı okul ise ağırlıklı olarak yapısalcı ekolün temel argümanlarını eleştirerek işe başlamıştır. gramsci’nin fikirlerinden yola çıkan hegemonyacı okul, yapısalcı yaklaşımın spor sosyolojisi bağlamında ileri sürdüğü savları indirgemeci ve determinist olarak yaftalamıştır. başta w. j. morgan olmak üzere bir çok yazar, yapısalcı ekolün sportif faaliyetleri ekonomi merkezli tanımlayan ve sporu, üst-yapıya ait bir öğe olarak kabul eden yaklaşımını ciddi bir şekilde eleştirmiştir. hegemonyacı yaklaşıma göre spor, ne doğrudan üst-yapıya ait bir unsur, ne de alt-yapıya sıkı sıkıya bağlı bir formdur. spor, çok temelde özerk bir unsur olarak, yönetici sınıf ile yönetilenler arasında kalan bir “karşılaşma alanı”dır. bu alan, içerisinde her iki grup arasındaki uzlaşmacı ya da pazarlığa dayalı formları barındırabileceği gibi kısa ve/veya uzun süreli çatışma hallerini de kapsayabilir. sporun hegemonyacı yaklaşım tarafından bu şekilde tanımlanmasının ardında yatan bir dizi savın açığa çıkarılması, konuyu aydınlatma yolunda yardımcı olabilir. her şeyden önce hegemonyacı okul gramsci’ye atfen üst sınıfların monoblok bir yapı olmadığını düşünmüştür. üst sınıflar, tıpkı alt sınıflar gibi kendi arasında bölünmüş bir görünüm arz eder. dolayısıyla bu tip bir özellik gösteren üst sınıflar, alt sınıflar üzerinde mutlak bir egemenlik kuramazlar. durum böyle olunca burjuvazinin alt sınıflarla pazarlık ya da işbirliği sürecine girmesi kaçınılmaz olur.
1.2. küreselleşme perspektifinden spora genel bir bakış
özellikle son on yılda spor ve küreselleşme ilişkisini inceleyen yeni çalışmalar ve açılımlar göze çarpmaktadır. meseleye küreselleşme açısından bakan yazarlar, daha önce ifade edilen yapısalcı ve hegemonyacı ekolün ulus-devlet temelli yaklaşımlarının büyük ölçüde geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiştir. 21. yüzyılda sporun, yalnızca tekil ülkeler içindeki sınıfsal ilişkilere bakılarak analiz edilemeyeceğini ifade eden araştırmacılar, ilgilerini çok uluslu şirketlerin sportif faaliyetlere katılma sürecine yönlendirmişlerdir. bilindiği üzere çok uluslu şirketler, son yıllarda süratli bir şekilde spor aktivitilerinin bir parçası olmaktadır. özellikle eğlence endüstrisi ile spor arasında organik bir bağ tesis edilmeye çalışılmış ve sportif faaliyetler, çokuluslu şirketlerin piyasaya arz ettiği tüketim metaları ile iç içe geçmiştir. bu süreçte başarılı sporcular, popülerleştirilerek birer idol haline getirilmiş ve çeşitlenen ürün yelpazesinin tanıtımında araç haline getirilmiştir. bu çerçevede futbol yıldızları, farklı sınıfların beğeni ve arzularına göre kurgulanmış ve böylece hitap edilinen kitlenin büyütülmesi amaçlanmıştır. ayrıca spor malzemeleri üreten, dağıtan, pazarlayan ileri-kapitalist ülkelerin şirketleri, ekonomik küreselleşme süreci ile birlikte geniş pazar payları el etmiştir. tematik kanallar arasında spor kanallarının payı artmış, para karşılığında üyelerine istedikleri her an popüler spor karşılaşmalarını ya da spor haberlerini sunan yayın paketleri hazırlanmıştır. bu durum kulüplerin gelirlerini de doğrudan etkilemiş, naklen yayın başına alınan parasal miktarın toplamı, bir çok ülkede biletten elde edilen geliri aşmıştır. medya devleri, görsel ve yazılı yayınların dışında multimedya spor oyunlarının hazırlanmasında ve reklamlarının yapılmasında etkin bir piyasa çalışması yürütmeye devam etmektedir.
ekonomik küreselleşmenin hızlanması ile spor kulüplerinin mülkiyeti konusunda da yeni bir döneme girilmiştir. özellikle ileri kapitalist ülkelerde medya devleri, hızla büyük kulüplerin sahibi ya da ortağı haline gelmektedir. ayrıca uluslararası düzlemde zengin kapitalist ülkelerin, üçüncü dünya ülkelerinde faaliyet gösteren kulüpleri satın alması ya da ortak olarak onlar üzerinde hegemonya kurması, sıkça rastlanan bir durumdur. bu çerçevede global ölçekli bir sporcu ticaretinden de bahsetmek mümkün olmaktadır. başarılı sporcuların, yüksek menajerlik paraları ile batılı ülkelere ihracatı, hem çevre ülkelerindeki spor kalitesini düşürmekte hem de finansal açıdan eşitsizlikleri gündeme getirmektedir. tüm bu gelişmeler, ülke içindeki sınıfsal çelişkiler kadar, yurt genelindeki kapitalistlere benzer bir edimi küresel çapta uygulayan çok uluslu şirketlere de eleştirel anlamda yoğunlaşma gereksinimini ortaya koymaktadır.
2. spor ve sosyal sınıflar: sportif aktiviteye katılım
modern dünyada spora tarihsel perspektif içersisinden bakıldığında emek-sermaye ilişkisine ait antagonistik ilişkinin bir parçası olduğu iddia edilebilir. sportif aktivite, özünde belirli kurallar ve çalışma disiplini içinde bedensel efor sarf etmek olarak tanımlandığında, işçi sınıfının hayatını idame ettirmek için yürüttüğü çalışmanın içinde farklı bir görünümde yer bulduğu ileri sürülmüştür. işçi sınıfı, kapitalist üretimin hemen hemen her aşamasında bedensel efor sarf etmiştir. öyle ki kol emeği, bedensel yeterlilik olarak kapitalist ekonominin vazgeçilmez bir unsurudur. klasik anlamda orta sınıf ise, konumu itibariyle işçi sınıfının üretim aşamasında gösterdiği bedensel faaliyeti sergilemekten uzaktır. bu bağlamda bocock, sporun orta sınıfa mensup bireyler için kendi bedensel yeteneklerini dışa vurma aracı olduğunu iddia etmektedir. böylece spor, yalnızca bireysel bir tercih olmaktan çıkarak sınıfsal bir tatmin unsuru haline gelir.
ayrıca seçkinler olarak sınıflandırılan tabaka da bazı spor dallarını yeniden inşa ederler. seçkinler, alt sınıfların yaşam alışkanlıklarını taklit ederek ve dönüştürerek kendi tüketim kültürlerinin bir parçası haline getirirken kimi zaman bir spor dalını yalnızca kendi tekellerine almaya yeltenir kimi zaman da aynı spor dalının kendilerine uygun versiyonunu üreterek sınıfsal bir farklılık yaratırlar. ancak spor dallarında yaratılan sınıfsal farkın her coğrafyada aynı yoğunlukta olmadığını ifade etmek gerekir. aşağıda konu ile ilgili alan araştırmalarından örnekler verilecektir.
bireylerin ait olduğu sınıfsal statünün sağladığı avantajlar ya da yol açtığı mahrumiyetler, bir çok konuda olduğu gibi, spor yapma ve spor dalı tercih etme kapasitesini de belirlemektedir. şahsi irade, idealist tutum ve kişisel motivasyon bireyin dilediği sporu profesyonelce ifa etmesi için çoğu zaman yeterli olmamakta, bireyin içinde bulunduğu sınıfın karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlar,genellikle onun tercih kapasitesini doğrudan etkilemektedir.
herhangi bir spor dalı ile uğraşmanın maliyeti ve bu efor için ayrılacak zamanın genişliği ülkeden ülkeye ve aynı ülke içinde bir sosyal sınıftan diğerine farklılık göstermektedir. örneğin belçika’da yetişkinler arasında spor uğraşının sınıfsal dağılımına bakıldığında, üst sınıfların kayak, golf, eskrim ve tenisi ile ilgilendiklerini buna mukabil alt sınıflarda jimnastik, atletizm, judo, boks, futbol ve hentbol daha popüler olduğu tespit edilmiştir. 1972 yılında avusturya olimpiyat takımından çok sayıda erkek ve bayanın sınıfsal geçmişlerini araştıran pavio, sözü edilen sporcuların %60'na yakınının üst sınıfa ait olduğunu belirtmiştir. benzer bir araştırmayı, mc kay ve pearson 1982 genel sağlık oyunlarına katılan avusturyalı sporcular üzerinde yapmış ve benzer sonuçlara ulaşmıştır. ingiltere ve yeni zelanda’da elit sporcularla yapılan çalışmalarda profesyonel ve yüksek konumdaki ailelerin çocuklarının sportif alanlarda daha fazla temsil edildiği vurgulanmıştır. aynı spor dalının farklı coğrafyalarda farklı sınıflar için yapılabilir/tercih edilebilir olduğunu gösteren araştırmalar da mevcuttur. örneğin jimnastik sporunun değişik ülkelerde hangi sınıflar arasında yaygın olduğunu gösteren bir araştırmada, bu sporun belçika'da alt sınıfta amerika'da ise üst-orta sınıfta tercih edilen bir dal olduğunu gözler önüne sermiştir. türkiye’de ise çeşitli spor dallarında faaliyet gösteren sporcuların sınıfsal kökeni hakkında bilgi veren kapsamlı araştırmalara ve analizlere pek rastlanmamaktadır.
spora aktif katılım çerçevesinde dikkatle ele alınmasında fayda olan bir başka konu da amatörlük ve profesyonellik kavramları düzleminde değişen ruh halleridir. bir spor dalı ile yalnızca gönüllülük bağı ile uğraşmak bir başka deyişle amatör bir ruh hali ile spor yapmak, çok temelde boş zaman değerlendirme aktivitesidir. özellikle teknoloji alanındaki gelişmelerin bireylere daha fazla boş zaman bıraktığı konusunda yaygın bir düşünce mevcuttur. iş alanının ve çoğunlukla evin dışında bir başka alan, boş zamanı sportif bir faaliyet mekanı olarak belirlenir. amatör ruhla ve hevesle gidilen spor sahası/salonu, ücretle çalışılan bir yer değil bilakis belli bir ücret ödenerek hizmet satın alınan bir mekana işaret eder. bir başka deyişle stres atmak, rahatlamak, bedeni zinde tutmak gibi nedenlerle spora giden bireyler için sportif faaliyet, hayatın iş dışı alanının rızaya dayalı bir parçasıdır. bir sporla profesyonel olarak ilgilenmek diğer bir ifade ile spordan para kazanmak ise yukarıda sözü edilen mekansal algılamayı tersyüz eder. her şeyden önce profesyonel sporcu için spor salonu/sahası, iş dışı bir mekansallığa değil bizatihi işin çerçevelediği algılar dünyasına referans yapar. çeşitli yükümlülükler ve beklentilerin cisimleştiği mekan olan spor sahalarında profesyonel sporcular, ancak geniş kitleler önünde kendini kanıtlayarak para kazanabileceklerine dair bir ruh hali ile donanırlar. başarı hırsı, kitleselleşme çabası ve kahraman olma hayalleri, genellikle daha çok para kazanabilmek arzusu ile birleşir. antrenörler, kulüp yöneticileri, sponsorlar ve medya, bu süreçte sporcunun kahramanlaştırılmasına yardımcı olur. profesyonel sporculuk, amatör ilgiden farklı olarak maddi anlamda bir sınıf atlama aracı olarak görülmeye daha açıktır.
3. futbol ve toplumsal sınıflar
futbolun ingiltere’de ortaya çıkış ve ilk kitleselleşme döneminde bir işçi sporu olduğunu söylemek mümkündür. kriket, polo gibi dönemin masraflı aristokratik sporlarına oranla çok daha az masraflı, kuralları daha net ve basit olan futbolun oynanma biçimi de fabrikadaki kolektifliğin bir yansıması gibi görülmüştür. başta ingiltere’nin sanayi kentleri liverpool ve manchester olmak üzere bir çok avrupa sanayi şehrinde futbol, özellikle işçilerin rağbet ettiği bir spor dalı olma niteliğini korumuştur. öyle ki 1963’te uzun bir mücadelenin sonunda öğlenden sonra izin hakkını kazanan işçilerin stadyumda liverpool için hep bir ağızdan “you will never walk alone”u söylemesi günümüze kadar uzanan bir geleneği başlatmıştır. bugünde liverpool ve manchester city takımlarının her ne kadar bu takımların sınıfsal tabanının orta sınıfa doğru kaydığı bir gerçekse de- işçi sınıfı kimliğini sloganlarında yaşattığı dikkate değerdir. futbolun bir spor faaliyeti olma özelliğini aşarak bir yaşam biçimi haline geldiği güney amerika’da da futbol, arjantin’deki “zanon olayındaki” gibi bir direniş ve örgütlenme aracı olarak yeni anlamlar kazanmıştır. amerika birleşik devletleri’nde ise futbol, bir üst sınıf oyunu olarak görülmüştür. amerikan üst sınıfının çocuklarını göndermek için seçtikleri özel okulların gözde sporu olan futbol, bu okulların öğrenci profilinin nicel (sayıca az ve dolayısıyla amerikan futbolu gibi kalabalık ve sert oyunlara müsait değil) ve nitel (bir zenci sporu olan basketbolu oynamayacak kadar “seçkin”) özelliklerine en uygun sportif faaliyeti olarak değerlendirilmiştir. daha sonra amerikan orta sınıfının üst sınıfa öykünerek benimsediği ve yaygınlaştırdığı futbol, “soccer moms” gibi ilginç grupların oluşmasında da etkili olmuştur. futbolun endüstrileştirilmesi ile birlikte kurulan pazar ilişkileri ve popülerlik kazan(dırıl)an tüketim alışkanlıkları çerçevesinde futbol, küresel ölçekte işçi sınıfının rağbet ettiği bir uğraş olmaktan çıkarak hızla orta sınıfın sporu haline getirildiği iddia edilmiştir. bu süreçte ileri kapitalist ülkelerde orta sınıfa dahil edilebilecek kitlenin büyümesinin etkisi göz ardı edilemez.
3.1 türkiye’de futbol ve sınıflar
türkiye’de gerek bireysel düzlemde gerekse toplumsal bağlamda futbola atfedilen değer ve gösterilen ilgi, diğer spor dallarını gölgede bırakacak kadar güçlü ve yoğundur. futbol, gerek ulusal çaptaki haber yoğunluğu, gerekse uluslararası müsabakalardaki prestiji açısından kendisine “milli spor” unvanı verilen güreş ve halterden daha üstün görülmektedir.
1980 sonrasında türkiye’de futbolun hızla yükselen bir değer haline geldiği açıktır. büyük bir süratle ticarileşen ve popüler kültürün ayrılmaz parçası haline gelen futbol, diğer spor dallarını ikincilleştirmiş, onlara duyulan ilgiyi büyük ölçüde kendi üzerine çekmiştir. futbolun bu hızlı yükselişinin ardında bir dizi neden vardır. öncelikle 12 eylülü takiben yürütülen ve kitleleri depolitize etmeyi amaçlayan politikaların içersinde futbol önemli bir araç olarak görülmüştür. darbeci kadronun kültür politikaları ve demokrasiye geçişle hükümete gelen anavatan partisi, genel düzlemde sporun özelde futbolun 80 öncesinin toplumsal çatışmalarını’ unutturacağını tasarlamıştır. 1983 hükümet programında, spor sahalarının arttırılması düşünülmüş ve kısa sürede ülkenin bir çok yerinde yeni statlar inşa edilmiştir. bu çerçevede türkiye’de 1970’lerin sol entelektüel dünyasında futbolu, afyon olarak gören ve salazar ile franco’nun faşist yönetimlerini sürdürmek amacıyla futbolu nasıl yücelttiğini bilen kitleler dahi dönüştürülmek istenmiş ve bir ölçüde başarılı olunmuştur. 1980 sonrasında dünyada, özellikle iletişim alanında ortaya çıkan yenilikler, türkiye’ye de yansımış, bir süre sonra özel sermaye, medya alanında hakimiyetini kurmuş ve futbol, trt’nin tekelinden çıkarak, endüstrileşen medyanın önemli bir unsuru haline gelmiştir. gazetelerde spor sayfalarına ayrılan yer artmış, zamanla büyük medya grupları içerisinde yalnızca spor temalı (ağırlıklı olarak futbol) yayın yapan gazeteler görece iyi bir tiraja ulaşmıştır. ulusal ve yerel kanallarda futbol haberleri ve spor programları, yayın yelpazesinde zaman açısından edindiği yeri arttırmış, haber kanallarındaki futbol programları ve yorumları sayıca büyük artış göstermiştir. büyük kulüplerin maçlarının paralı kanallarda yayımlanması, bir yandan kulüplerin gelirini arttırmış bir yandan da bu alanda faaliyet gösteren kanalların üye sayılarını arttırmasına yardımcı olmuştur.
sporun ve özelde futbolun endüstrileşmesi ile birlikte, kulüp yöneticilerinin profilinin değiştiği gözlemlenmektedir. farklı ticaret kollarında zenginleşen ve nüfuz alanını genişleten ekonomik olarak üst sınıfa mensup isimlerin, hızla kulüplerin idari kadroları arasına girerek, yeni kazanç ilişkileri içersine girdikleri görülmüştür. medya patronları dışında medyanın göz önünde olan isimlerinden bazılarının üç büyük futbol kulübünün yönetici kadroları arasında zaman zaman sivrilmesi rastlantı değildir.
günümüzde türkiye’de özellikle üç büyük kulübün maddi gelir kaynakları, doğrudan sportif faaliyet alanları dışına kaydırmaktadır. statlar, artık yalnızca futbol müsabakası yapılan mekanlar olmaktan çıkmakta, birer alış-veriş kompleksine dönüşmektedir. stat altına konumlanan büyük marketler, kulübün lisanslı mallarını satan dükkanlar, ilk göze çarpan değişikliklerdir. statların parça parça yıkılıp yeniden yapılandırılması, çevresindeki arazileri satın alarak genişlemesi, günümüzün futbol sahalarındaki yeni eğilimdir. vip tribünlerinin genişlemesi, sponsorlara ayrılan bilet sayısındaki artış, kombine bilet satışlarından elde edilen geliri takvimsel olarak önceleme girişimleri, son dönemin kayda değer olaylarıdır. fenerbahçe fenerium, beşiktaş bjk store ve galatasaray gs store mağazalarında oldukça yüksek fiyatlardan kulüplerin renklerini ve logolarını taşıyan ürünler satmaktadır. ayrıca büyük kulüplerin kendilerine ait televizyon ve radyo kanalları ile dergi ve gazete kurmaya yönelmiştir.
çeşitli bankalarla anlaşan büyük kulüpler, kendi amblemlerini taşıyan kredi kartlarını taraftarlarına sunmaktadır. benzer şekilde büyük kulüplerin son zamanlarda doğrudan sporla ilgili olmayan iş sahalarında (fakat şüphesiz sporun getirisini ve kitlesini kullanarak) da faaliyet göstermeye başladığına tanık olunmaktadır. ayrıca kulüp hisselerinin bir kısmının halka arz yoluyla borsa sistemine dahil olması, reklam veren firmaların sponsorluk işlevini de yüklenmeye başlaması, bahis sektörüne giren “iddaa” örneğinde olduğu gibi yeni oyun modellerinden kulüplere belirli pay verilmesi dikkate değer gelişmelerdir.
kulüp taraftarlığının bireysel yaşamda oynadığı rolün günden güne artması, kimlik sorunu ile yakından ilgilidir. büyük kulüp taraftarı olmak, toplumsal hayatta kendine yer bulmanın ve belirli bir kitlenin parçası haline gelmenin kolay yoludur; mehmet ali kılıçbay’ın deyimi ile “ucuza kimlik edinmedir”. 12 eylül müdahalesi ile toplumsal muhalefetten ve örgütlenmeden uzaklaştırılan yığınlar, depolitize olarak kendilerine daha “tehlikesiz” bir kimlik arayışına girmiştir. spor ve özelde futbol, topluma arz ediliş şekli ile bu kimlik boşluğunu doldurmaya en güçlü aday haline getirilmiştir. taraftar kimliğinin her türlü sınıfsal, bölgesel ve politik ayrımı ortadan kaldıracağı düşünülmüştür. gerçekten de türkiye’nin istanbul’a çok uzak mesafedeki bir çok coğrafyasında fenerbahçeli, beşiktaşlı ya da galatasaraylı olmak, birey ile büyük kulüp arasında psikolojik bağın hemşerilik ilişkilerini ve kültürünü de aşan niteliğine bir gösterge olarak dahi yorumlanabilir. özellikle son yıllarda büyük kulüp taraftarlığının, milli takımın maçlarına gösterilen ilgiyi aştığı da gözlemlenmektedir.
üç büyük kulübün imkanlarından yararlanmak açısından konuya bakıldığında konunun sınıfsal boyutu daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. sözü edilen kulüplerin birer holding gibi işleyen yapısı, onlara fiziksel kapasitesi çok yüksek statlar ve sosyal tesisler inşa edebilmelerine zemin hazırlamıştır. kulüplerin alt yapı tesislerinin ötesinde sadece üyelerine açık sosyal aktivite ortamlarına yapılan yatırımlar dikkate değerdir. ancak bu tesis ve aktivitelerden yararlanmak, kulübün maçlarını takip eden, takımını destekleyen geniş bir kitlenin uzağında gelir düzeyi yüksek bir kesime özgüdür. aynı durum “futbolun mabedi” olan stadyumlarda da geçerliliğini korur. vip salonları ve localar yüksek gelirlilere, geriye kalanlar alt sınıflara tahsis edilir; böylece sınıfsal hiyerarşiyi yansıtan yapılar yeniden üretilir. ancak sözü edilen tüm bu eşitsizlikler, taraftarlık üst kimliği içersinde eritilmektedir. takımın kaybettiği zamanlarda yaşanan kitlesel öfkeler ya da kazanılan maçlardan sonra yaşanan sevinç gösterileri, kitleler arasındaki sınıfsal farklılıkların unutturulmasında önemli bir işlev yüklenir. endüstrileştirilen futbolun şova öncelik veren yeni görüntüsü, sansasyonları ve başarıları ile taraftarlar arasındaki olası sınıfsal çatışmaları büyük ölçüde engeller.
türkiye’de kulüplerin bir referans noktası olarak herhangi bir sınıfsal zemini temel alıp almadığı konusu ise tartışmalıdır. batılı sanayi kentleri ve bu kentlerdeki işçi takımlarının birebir karşılığının türkiye’de olmadığı ifade edilebilir. ancak bu saptama, türkiye’de futbol takımları ile taraftar kitleleri arasında hiçbir dönemde sınıf temelli ilişkilerin kurulmadığı gibi bir değerlendirmeye bizi götürmez. özellikle işçilerin yoğunlukla yaşadığı bölgelerde futbol takımları ile işçi kökenli taraftarlar arasında gönül bağları mevcuttur. örneğin 1930’lu yılların sonunda kurulan adana demirspor, bir süre ddy 6. işletme bölge müdürlüğü bünyesinde faaliyet göstermiştir. takımın taraftar kitlesini, uzun yıllar daha çok demiryolu işçileri ve aileleri oluşturmuştur. mke ankaragücü, beykozspor gibi bir çok takım, tarihinde işçi kitlelerinin desteğini almıştır. bugün ise durum oldukça farklıdır. futbol kulüplerinin taraftarlarının yalnızca belirli bir sınıfa mensup olduğunu iddia etmek en azından genel itibari ile gerçekçi değildir. bu tespit, hem istanbul hem de anadolu takımları bağlamında ileri sürülebilir niteliktedir. öyle ki mekteb-i sultani’den gelen bir galatasaray aristokratlığından, fenerbahçe’nin bir burjuva takımı olduğundan ya da beşiktaş’ın alt sınıfların gözdesi olarak görüldüğünden bahsetmek artık pek olanaklı değildir. günümüzün sınıfsal hiyerarşisi çok temelde anadolu takımları ile istanbul’un üç büyüğü arasındadır. ancak bu düzlemde de istanbul takımlarına göre oldukça dezavantajlı olan anadolu kulüpleri içerisinde özellikle yönetici kadrolar düzeyinde oligarşik oluşumlara rastlanabildiği göz ardı edilmemelidir.
bu çalışma türkiye sosyal araştırmlar merkezi tarfından kasım 2005'te düzenlenen 2. sınıf çalışmaları sempozyumu'nda sunulmuştur.
yazar: g. gürkan öztan